Paylaş
‘1. Çürüme, bozulma, kokuşma. 2. mec. Kişi, toplum vb. özelliğini, niteliğini yitirerek bozulma, kokuşma.’
Daha üzerinden ay geçmedi, 7 Şubat’ta bu köşede yayımlanan yazının başlığı ‘Tefessüh 2.0’dı. 1999’da ortaya çıkan kaset skandallarından sonra yaşananların bir ‘çürüme, bozulma, kokuşma’ olduğu söylenmişti; eğer bilgisayar diliyle söyleyecek olursak o ‘Tefessüh 1.0’dı. Bugün yaşananlar ise yepyeni bir versiyondu, o yüzden de adını ‘Tefessüh 2.0’ koymuştum.
Ama baksanıza, önceki gün ortaya serilenler daha bir ayı dolmayan ‘Tefessüh 2.0’a yeni bir güncelleme yaptırdı; artık ‘Tefessüh 2.01’ var.
Bir yanda ‘Kocam galiba örgüt kuruyor’ diyen bir kadının ihbarıyla başlayan bir hayali terör örgütü soruşturması ve o çerçevede telefonu dinlenen 7 bin kişilik bir liste iddiası...
Öteki tarafta, Başbakan’la oğlu arasında geçtiği öne sürülen bir telefon konuşmasının YouTube’a konan kaydı...
İlk iddiadaki soruşturmayı yaptığı söylenen savcılar, ‘Hayır biz bu kadar insanı dinlemedik’ diyor, haberi yalanlıyor. İkinci iddia için ise Başbakanlık ‘Montaj’ diyor ve yalanlıyor.
Benim anladığım artık iddialar kanıtlanmak üzere ortaya atılmıyor.
İddialar, zaten onlara inanmaya yeminli kitleleri tatmin için konuşuluyor. Geri kalanlar da, düşman cepheden gelen iddia ne olursa olsun ona inanmamaya, onu reddetmeye yeminli.
İşte böyle geçinip gidiyor iki karşıt kutbumuz.
Bütün iddiaların içeriğinden bağımsız olarak konuşmak lazım:
Böylesi bir tefessühün yaşanmasının, vatandaşlar olarak böyle kirli bir savaşın muhatabı ve izleyicisi olmamızın kötü yönetimle bir ilişkisi yok mu?
İyi yönetilen bir ülke, 10 yılda sistemik sorunlarını da aşardı. Bu kaset savaşlarının hâlâ yapılıyor olması, 1999’daki sistemik sorunların 2014’te hâlâ var olduğunu, onları düzeltecek hiçbir adım atılmadığını göstermiyor mu?
Böyle bir kasetler savaşının, bu seviyede çürümenin neden Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Amerika’da, Lüksemburg’da, hatta İtalya’da ve Yunanistan’da yaşanmadığını ama ülkemizde yaşandığını merak edip sorgulayan yok mu?
Kaset savaşı neden bizde var?
BİR nevi Murphy kanunu bu: Bir ülke, demokratik hesap verebilirlikten uzaklaştığı ölçüde kaset savaşlarına yaklaşır.
Biz hâlâ ‘demokratik hesap verebilirlik’ denen şeyin dört yılda bir yapılan seçimler olduğunu sanıyoruz.
Oysa, demokratik hesap verebilirlik denen şey her gün yaşanması gereken bir şeydir.
En önce parlamento hesap sorar iktidarlara, ‘hesap verebilirlik’ en önce parlamentonun önünde gerçekleşir.
Parlamento sadece iktidara hesap sormaz; idarenin davranışlarını da gözetler, ona da hesap sorar, onu da hukuk içinde davranmaya zorlar. Bu denetim en çok da güvenlik bürokrasisine yapılır; orduya, polise, istihbarat teşkilatlarına yani...
Ama bizim parlamentomuz ve parlamenter sistemimiz hesap soramaz; çünkü parlamento iktidarın denetimindedir.
Demokratik hesap verebilirliğin olduğu ülkelerde kimi teknik konular bu meseleye partizanca yaklaşmayacağı düşünülen bağımsız kurumların denetimindedir; iktidar bu yolla sınırlanır.
Bizde bağımsız kurulların sadece adı bağımsızdır.
Demokratik hesap verebilirliğin olduğu ülkelerde çok ender durumlarla yargı hesap sorar siyasetçiye, iktidara. Bu istisnai durum ülkemizde neredeyse ‘normal’ uygulama, bunun için Meclis’teki dokunulmazlık kaldırma taleplerinin sayısına bakmak yeterli.
Ama bir önemli ayrım var: Yargı bizde esas olarak muhalif siyasi görüşlere hesap sorar. Bakın, iktidara hesap sormaya kalktı, Türkiye birbirine girdi.
Ve son olarak medya. Bütün bu hesap sorma/hesap verme zincirinin son ve aslında etkisi en dolaylı halkası. Bizde savaşın bir ‘etki yaratma’ savaşı olarak cereyan etmesinin sebebi, hâlâ biraz da olsa geriye medya kalmış olması. O da bittiğinde, iktidarlar açısından demokratik hesap verebilirliğin hiç olmadığı güllük gülistanlık bir ülkeye kavuşmuş olacağız.
Hayırlısı olsun.
Seçmen de kutuplaştı...
AK Parti’ye yakın düşünce kuruluşu SETA’dan Hatem Ete, pazar günü birlikte katıldığımız TRT’deki Enine Boyuna’da önemli bir şey söyledi. Ete’ye göre, 30 Mart yerel seçimlerine doğru giderken ilginç bir gelişme yaşanıyor; bu seçim kararsızı en az seçimlerden biri.
Görevi gereği çok sayıda değişik kurum tarafından yapılmış kamuoyu araştırmalarını gören Hatem Ete, bu eğilimin hemen hemen bütün araştırmalarda gözlendiğini söylüyor.
Kararsızların az olması, yani kararlıların çok olması, siyasal üst yapıdaki derin ve sert kutuplaşmanın, kamplara ayrılmanın seçmen bazında da geçerlik kazandığı anlamına geliyor.
Bir başka gözlem de şu: Seçmen kime oya vereceğini düşünmüyor, bu konuda kararını çoktan vermiş, oy vermeye gidip gitmeyeceğini düşünüyor.
Paylaş